İnsani gelişimimiz hakkında Küresel Sosyal Gelişme Endeksi ne diyor? / Nejla KURUL

16 Haziran 2024

 

Çocuklar ve gençler söz konusu olduğunda ilk fırsatta sormamız gereken soru şudur: Okullar ve üniversiteler, öğrencileri geliştiriyor ve güçlendiriyor mu? Amaçlı, anlamlı ve onurlu bir yaşam sürdürmesi için eğitim kurumları çocukları ve gençleri ne denli güçlendiriyor? Bu sorulara kendi eğitim ve öğrenme coğrafyamızdan olumlu cevap vermek güçtür. Çünkü Türkiye’de, çocuk, genç, yetişkin, kadınlar, yaşlılar ve tüm yurttaşlar her gün güçlerinden, haklarından ve özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlanıyorlar.

Yaşamak öğrenmektir, bizler sürekli öğrenme ve yaşam deneylerinin içinde buluruz kendimizi ve katmanların içinde aynılaşır, çoğulluğun özgürleştirici koşullarında farklılaşır ve gelişiriz. Belirtmek gerekir ki insani gelişim her zaman güç ilişkileri içinde yaşam bulur. Güç ilişkileri insanı ilerlettiği gibi geriletebilir de. Yaşamın, güç ilişkilerinin içinde iyi karşılaşmalar insanı geliştirir, etkinleştirir, güçlendirir, kötü karşılaşmalar acı ve keder vererek gelişimi durdurur, güçleri dondurur, hatta geriletir. İnsani gelişim kavramı bir yandan güçler ve haklar, bir yandan da özgürlüklerle ilişkilidir. İnsan, güçler, haklar ve özgürlükler ilişkileri içinde gelişir, güçlenir ve özgürleşir. İnsanların ekonomik olarak güçlenmesi, diğer haklara ve özgürlüklere ulaşmasını sağlar. İnsanların bilişsel ve duygulanım olarak güçlenmesi ekonomik ve sosyal hakları için mücadeleyi yükseltir. Hak ve özgürlüklerin bilişsel ve duygulanımsal edinimi ise yurttaşları güçlendirir.

İnsani gelişim bir süreçtir, bu süreç özgür ve güçlü insan olabilmenin yollarını ortak mefhumlar üreten karşılaşmalarla örgütleme düşüncesi ve pratiğidir. Deleuze‘e göre “… özgür ve kuvvetli insan, kendi gücüne biçimsel olarak sahip olmayı başarmadan önce, sevinçli tutkularıyla bu eyleme gücünü artıran etkilenişleriyle tanınır; köle ya da zayîf insanlar ise kederli tutkularıyla, eyleme güçlerini azaltan keder tabanlı etkilenişleriyle tanınırlar. O halde aklın ya da özgürlüğün iki uğrağının ayırt edilmesi gerekiyor gibidir: azami ölçüde edilgin- sevinçli tutku duymaya çabalayarak eyleme gücünü artırmak; ve böylece son aşamaya, yani eyleme gücünün kendi kendine etkin etkilenişler üretmeye muktedir hale gelecek kadar arttığı aşamaya geçmek”[1].

İnsani gelişim, okullar ve üniversiteler

Türkiye’de çocukların insani gelişimi ve bunu sağlayan eğitim hakkı ve çocuk özgürlüğü çok çeşitli olaylarla artarak yaralanıyor. Kocaeli’nde bir Anadolu lisesinde öğrencilere psikolojik şiddetle sonuçlanan mezuniyet balosu olayı yaşandı[2]. Öğrenciler yaşamlarında önemli bir aşamayı tamamlama anlamına gelen mezuniyetlerini hoş bir biçimde karşılamak ve kutlamak için mezuniyet balosu düzenlemek istediler, ancak okul yönetimi buna izin vermedi. Öğrenciler bunu sineye çektiler. Ardından okul yönetiminin planladığı mezuniyet törenine ‘uygunsuz giyinen’ kız öğrencilerin girişini engellemek için velilere bir belge imzalatılmak istendi. Muhtemelen bir çok veli öylesine bir prosedür diye düşünerek imzalamıştır belgeyi, ancak imzalamayanlar da olmuştur. Belge bir taahhüt içeriyor ve özet olarak “…yırtık, delik giysiler, vücut hatlarını belli eden tayt, şort, diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek, kısa pantolon, kolsuz tişort, kolsuz gömlek giyemez”, siyasi simgeler içeren giysilerle törene gelemez diyor belge. Bu olayda okuldaki kız öğrenciler, hatta kadın öğretmenler, fiziksel olarak bedenleri santim santim ölçen, tenin açık ve kapalı olacak alanlarına sınırlar çizen erkek egemen, geleneksel/dinsel ahlaki bir normla, cinsiyet ayrımcılığı ile karşı karşıyalar. Bu normların zihinsel ve duygusal alanlara yansımalarını da anımsadığımızda toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin yaşamın her alanı ve anında yer aldığını görürüz. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramından da rahatsız, kullanımını sansürlüyor adeta.

Siyasal iktidarın makro ve mikro temsilcilerinin “gelenek” ve “çocuğu koruma” adı altında yaptığı keyfi düzenlemeler, genç kuşakları aynılaştırma, kendi kopyasını üretme amacına hizmet ediyor. Benzer yaklaşım yıllardır okullarda ve üniversitelerde baloların, konserlerin, oyun ve film gösterimlerinin, restoranlarda alkollü içkinin, kısaca çok çeşitli öğrenci etkinliklerinin engellenmesi biçiminde işliyor. Bu tür otoriter bir yaklaşımla çocuklar ve gençlerin, aynanın karşısına geçtiklerinde kendi bedenlerine ve gündelik yaşamlarına iktidarın gözü ile bakması sağlanmaya çalışılıyor. Öğrencilerin bedeni ve duyu organları biyoiktidarın emrine tabi kılınmak isteniyor. Ancak yaşamda biyoiktidarın her istediği de olmuyor.

Bu otoriter, tektipçi, başkalığı kabul etmeyen yaklaşımın insani gelişmeyi sağlayamayacağı açık. Kendini farka kapatmış her alanda kaçış çizgileri örülür. Çünkü sıkılır insan benzerlerinden. Arendt‘in ifadesi ne de güzel anlatır bu olguyu[3]:

“Gerek eylemin gerekse konuşmanın temel koşulu olan insani çoğulluğun, eşitlik ve farklılık gibi ikili bir niteliği vardır. Eğer insanlar eşit olmasalardı ne birbirlerini ne kendilerinden öncekileri anlayabilir, ne de geleceği planlayabilir ve kendinden sonrakilerin ihtiyaçlarını öngörebilirlerdi. Eğer insanlardan birbirlerinden kim oldukları bakımından farklılık göstermeselerdi, kendilerini anlaşılır kılmak için ne konuşmalarına ne de eylemde bulunmalarına gerek olurdu. Aynı olan ihtiyaç ve istekleri birbirlerine iletmede, işaretler ve sesler yeterli olurdu.”

Eğitim gibi çoğul bir alan biyoiktidarın kopyasını üretme anlayışına terk edilirse toplumsallığın içinde suçluluk duygusu, hınç ve keder yaratan duygular hakim olur. Oysa çocuğun üstün yararı, çok erken yaşlardan itibaren güçleri ölçüsünde kendi kararlarını almaya başlamaları ve yaşamlarına dair söz ve irade kullanabilmeleriyle ortaya çıkar. Çocuklar ve gençlerin sahibi ne aileler, ne Milli Eğitim Bakanlığı, okul yönetimleri ne de gelecekteki çalışma yaşamında patronlar ve yöneticilerdir. Öğrenciler hakları, özgürlükleri ve güçleri zemininde bir çocuk olarak nasıl yaşayabileceğine ilişkin kararları kendisi alabilmelidir. Çocuğun çevresindeki yetişkinler bu koşulları sağlamalı, kuralları onlarla tartışmalı ve gelişimini kolaylaştırmalıdır. Okul yönetimlerinin yapması gereken şey özgürlüğün önündeki engelleri nasıl kaldırabileceğini düşünmek ve eylemektir, engel koymak değil. Lima Bildirgesi’nde belirtildiği gibi “eğitim insan kişiliğinin ve onurunun tam gelişimini sağlamaya yöneliktir ve insan haklarına, temel özgürlüklere ve barışa duyulan saygıyı pekiştirir…” Bu olayda insan kişiliğinin ve onurunun gelişimi yara almıştır. Çocuklar yaralanmış, ancak konuyu kamuoyunun gündemine de taşıyarak tüm çocuklar için özgürlük sorunsalının tartışılmasını sağlayan başka bir hikâye yazmışlardır.

Bu olayda da görüldüğü gibi gelişme, güçlenme ve özgürleşme deyince çocuklar ve gençler ilk akla gelen toplumsal kesimlerdir. Çocuklar ve gençler söz konusu olduğunda ilk fırsatta sormamız gereken soru şudur: Okullar ve üniversiteler, öğrencileri geliştiriyor ve güçlendiriyor mu? Amaçlı, anlamlı ve onurlu bir yaşam sürdürmesi için eğitim kurumları çocukları ve gençleri ne denli güçlendiriyor? Bu sorulara kendi eğitim ve öğrenme coğrafyamızdan olumlu cevap vermek güçtür. Çünkü Türkiye’de, çocuk, genç, yetişkin, kadınlar, yaşlılar ve tüm yurttaşlar her gün güçlerinden, haklarından ve özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlanıyorlar. Fiziksel varlığını korumaya indirgenmiş, ekonomik bağlamla sınırlandırılmış bir iktidar biyopolitiği içinde okul yaşamı sürüyor, hatta okullarda vergilerle finanse edilen bir öğün ücretsiz öğle yemeği talebinin bile karşılanmadığı görüyoruz.

Geçen haftaki yazımızda Milli Eğitim Bakanlığı’nın eğitim programları çerçeve metinlerini değiştirilmesiyle birlikte 20 milyona yakın öğrencinin, bir milyon 200 binin üzerinde öğretmenin ders sayısı ve içeriğinin cılızlığı nedeniyle insan hakları, özgürlükleri ve demokrasi içerik ve ifadesinden nasıl uzak tutulduğundan söz etmiştik. İnsan hakları ve özgürlükleri kavrayışına uzak durma hâli, okulları sevinçli ve umutlu mekanlar haline getirmekten uzaklaştırıyor. Bu olgunun en temel göstergeleri okuldan kaçış çizgilerinin yaygınlaşması ve derinleşmesidir. Kamusal eğitimden uzaklaşmanın kimi çizgilerini arzu akışlarını izleyen biyoiktidarın kendisi çizebileceği gibi kimi çizgileri de toplumsal sınıfsal, kültürel ve diğer nedenlerle çocuklar ve gençler yaratmaktadır. Buna ilişkin eğilimler şunlardır: Özel okullara kaçışlar, okul terkleri, okul devamsızlıkları, açık liseler, okul içi zihinsel ve duygusal kopuşlar-kaçışlar, kendi rızası ile olmuşsa bile dört gün işyerinde bulunmayı, okula bir gün gelmeyi örgütleyen MESEM’ler, ÇEDES’ler, tarikat ve cemaatlerle imzalanan diğer protokoller ciddi örneklerdir.

Öğretmenlerin, öğrencilerin ve velilerin yaşamları farklı zor aygıtları ve rıza üretim makineleriyle birbirine bağlanmış durumda. Bir yandan eğitim programları (müfredat), MESEM’ler, bir yandan Öğretmenlik Meslek Kanununa ilişkin düzenlemeler, diğer yandan da ÇEDES gibi protokollerle öğrenciler ve öğretmenlerin ayrımlara tabi tutulması, denetlenmesi, söz, karar ve iradi güçlerinin elinden alınması söz konusu. Diğer yandan işsizlik ve yoksulluk insani gelişimin önünde ciddi bir engel olarak duruyor.

Bu durumda sorularımız arka arkaya devam ediyor. Okulun görece çoğul, kamusal, laik, bilimsel ve demokratik ortamından çocukların uzaklaştırılmasıyla, eğitim programlarının içeriğinin cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar dinselleştirilmesiyle ülkemizde insani gelişim sağlanabilir mi? Eşitsizliğin, hiyerarşilerin, ayrımların ve tahakküm ilişkilerinin yoğunlaştığı bir ortamda özgürlük yoluyla gelişme, ilerleme ve özgürleşme söz konusu olabilir mi?

Amartya Sen’in özgürlükle kalkınma yaklaşımı!

Her konuyu yeniden ve yeniden esastan düşünmek zorunda olduğumuz bir yaşam diliminde yaşıyoruz. İçinde “adalet ve kalkınma” kavramlarının yer aldığı bir siyasal partinin çeyrek yüzyıla yaklaşan yönetiminde ne adaleti ne de kalkınmayı esastan düşünür ve konuşur olduk. Amartya Sen on yıllar önce düşünmüş, bir deneye girişmiş özgürlükle kalkınma kavramını yan yana getirmeyi keşfetmiştir[4]. Düşünür, kalkınma kavrayışıyla, insani gelişmeyi sosyal gelişme ile buluşturmuş ve “kalkınmayı yaşam seçeneklerinin çoğaltılması ve özgürlüğün önündeki engellerin kaldırılması” olarak ele almıştır.

Bu yaklaşım demokrasinin çok gerilediği ve özgürlüğün kaybolduğu günümüz koşullarında 1990’lardan günümüze taşınan muazzam bir katkıdır. Kalkınmayı ağırlıklı ekonomi boyutuyla ele alan ve ekonomik haklara indirgeyen bir yaklaşım en azından ülkemizde son çeyrek yüzyılın paradigması haline dönüşmüştür. Devlet Planlama Teşkilatı ilga edilmiş, sosyal haklar söylemden düşmüş, özgürlükler hiç konuşulamaz olmuştur. Ayrıca ekonomi ile ilgili her konunun zorunluluklar alanı üzerinden tarif edilmesiyle, özgürlükler tali ve görece daha küçük bir toplumsal kesimin sorunu olarak ele alınmaya başlamış, hatta özgürlük sorunsalı ile ilgilenenler terörize edilmişlerdir. Bu yaklaşımla tutarlı olarak iktisat disiplini, özgürlüğün değeri üzerinde adeta hiç durmamakta, fayda, gelir ve servetin değerine odaklanmaktadır.

Amartya Sen ise bunun tam tersine her iki konunun birbiri ile ilişkisini ve kesişim alanlarını ortaya koyuyor. Amartha Sen kitabında, kalkınma kavramı ile özgürleşme arasında derin bağlar kurarak çalışmasını ilerletiyor. Düşünüre göre “Kalkınma, özgürlüğü ortadan kaldıran başlıca nedenlerin, zorbalığın, bir ekonomik şiddet olarak yoksulluğun, yetersiz iktisadi fırsatların, baskıcı devletlerin hoyratlığının ya da aşırılıklarının yanı sıra kamusal hizmetlerdeki ihmalin ve istismarın ortadan kaldırılmasını gerektirir.” Türkiye’de emek, kadın, genç, çocuk ve ekoloji hareketi olarak aradığımız tam da bu değil mi?

Bireysel özgürlük ile sosyal gelişme arasında kurucu bir bağ var. Bu bağ dallanıp budaklanarak yaşam akışları içinde çeşitli çizgilerle kendini açımlar: “çeşitli yollarla bireylerin tek tek kazanımları, iktisadi fırsatlar, siyasal özgürlükler, toplumsal güçlerin hareketleri, sağlık hizmetlerinden yararlanmak ve temel eğitim almayı mümkün kılan koşullar, insiyatiflerin özendirilmesi ve geliştirilmesi vb.” Amartya Sen’e göre “Toplam servette benzeri görülmemiş artışlara rağmen, çağdaş dünya, çok büyük sayılarda insanın -hatta belki de çoğunluğun- temel özgürlüklerini inkâr etmektedir. Temel özgürlüklerden yoksunluk bazen açlığı giderme, yeterli besin maddesine erişme, iyileştirilebilir hastalıklara çare bulma, yeterli giyinme ve barınma olanağı sağlama, temiz su veya sağlığa uygun koşullardan yararlanma karşılığında insanların özgürlüğünü çalan iktisadi yoksullukla doğrudan ilişkilidir.”

“Özgürlükler sadece kalkınmanın asıl amaçları arasında yer almaz, aynı zamanda onun başlıca araçları arasındadır. Özgürlüğün olayları etik ve politik olarak değerlendirici öneminin yanı sıra, farklı özgürlük türlerini birbirine bağlayan olağanüstü deneysel bağlantıyı da anlamak zorundayız. Siyasal özgürlükler (ifade ve seçme özgürlüğü biçiminde) iktisadi güvenliği geliştirmeye yardımcı olur. Toplumsal fırsatlar (eğitim ve sağlık imkânları biçiminde) iktisadi katılımı kolaylaştırır. İktisadi imkânlar (ticaret ve üretime katılma fırsatları biçiminde) kişisel refahın yanı sıra, toplumsal imkânlar için kamusal kaynakların oluşmasına yardımcı olabilir. Farklı türden özgürlükler birbirini güçlendirebilir.”[5]

Sen’e göre, özgürlük iki ayrı yaklaşımdan ötürü kalkınma surecinin merkezinde yer alır. İlk olarak değerlendirici yaklaşım ile ilerlemenin değerlendirilmesi esas olarak insanların sahip oldukları özgürlüklerin artırılıp artırılmadığına göre yapılmalıdır. Gelir ve servetten çok yaşam kalitesi ve temel özgürlüklere odaklanılması yerleşik iktisat geleneklerinden bir kopuş olarak görülebilir ve (özellikle kıyaslamanın, çağdaş iktisatta görülen ve geliri merkeze yerleştiren daha katı bazı çözümlemelerle yapılması halinde) bir bakıma böyledir de. İkincisi etkinlik yaklaşımıdır. Kalkınmanın başarılması tamamen insanların özgür eylemliliğine bağımlıdır. Bireyin toplumun bir üyesi olarak, iktisadi, toplumsal ve siyasal eylemlerin bir katılımcısı olarak oynadığı eylemlilik rolüyle ilgileniyor.[6]

İnsani Gelişme Endeksi 2024 ve Sosyal Gelişme Endeksi 2024

Çeşitli uluslararası kurumlar, dünya ülkelerinin insani ve sosyal gelişme düzeyini ortaya koymak üzere araştırmalar yapıyorlar. Bunlardan birisi UNDP tarafından yapılan İnsani Gelişme Endeksi. En son 2024 yılı raporuna göre bu endekste izlenen 193 ülke var ve Türkiye 45. sırada bulunuyor. Alçakgönüllü yaklaşarak “iyi”, Türkiye çok da gerilerde değil diyebilirsiniz! Ancak bu sıralama, “sosyal gelişimi” hakkında Türkiye’nin gerçek durumunu pek de yansıtmıyor, çünkü Amartya Sen’in yaklaşımının izleri bu endekste yer almıyor. Türkiye kamu hizmetlerinin niteliğini hiç dikkate almaksızın eğitim ve sağlıkta yaygın nicelleşme yoluyla endekslerde üst sıralara çıkabiliyor. Ancak eğitim ve sağlıkta nitelikli bir kamu hizmetinin üretildiği söylenemez.

Amartha Sen’in yaklaşımına daha çok yaklaşan uluslararası endekslerden diğeri kısa bir süre önce yayınlanan Sosyal Gelişme Endeksidir (2024) 2023 yılı verilerini esas alan bu endeks ile hem Türkiye’ye hem de benzer ya da farklı ülkelerin ekonomik ve politik coğrafyalarına bakmak mümkün olabiliyor. Ayrıca şimdi ve geleceğe dair yapabilirliklerimizi çoğaltmak açısından bu veriler motive edici olmaktadır. Bu verilere bakarak “halimiz neden böyle?” diye sormak ve “özgürlüklere doğru, özgürlükle kalkınmaya doğru nasıl yol alabiliriz?” diyerek sorgulamalarda bulunmak ve eylemek mümkün.

Sosyal Gelişme Endeksi’ne göre ülkelerin durumuna dair değerlendirmeler üç boyutta yapılıyor: “temel insani ihtiyaçlar”, “iyi olma hâli” ve “imkanlar ve haklar”. Türkiye, üç boyutun ortalamasında 170 ülke arasında 85. sırada yer buluyor ve 100 üzerinden 66.23 puanla kırmızı renk ile ifade edilen riskli ülkeler arasında yer alıyor. Bu endekse göre 2024’te Türkiye, 170 ülke arasında “temel insani ihtiyaçlar” boyutunda 70. sırada, “iyi olma hali” boyutunda 68. sırada, Amartya Sen’in özellikle üzerinde durduğu “imkanlar ve haklar” açısından ise 113. sırada yer alıyor.

Üçüncü boyutta neden bu denli alt sırada olduğumuz, Türkiye’nin “özgürlükle kalkınmayı” başaramamasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Türkiye’nin endekste ilk iki boyutta görece üst sıralarda yer almasını sağlayan etkenler, daha önce de ifade ettiğimiz gibi iki büyük kamusal hizmet alanı olan eğitim ve sağlıktaki nicel büyümelerdir. Nicel büyüme, adeta kamu hizmetinin üretiminde niteliği, özgürlüğü, eşitliği, adaleti hiç umursamayan bir yaklaşımla yapılmıştır. Türkiye’nin bu bağlamda durumu endeksin üçüncü boyutunda dibe çakılmaya doğru gidişle sonuçlanmıştır.

Temel insan ihtiyaçları sütunu altında dört değişken var. Bunlardan ilki “Beslenme ve Temel Sağlık” ve Türkiye bu göstergede 170 ülke arasında 7. sırada. Çok şaşırtıcı bir veri. Yani temel gıda enflasyonunun, işsizliğin ve yoksulluğun, sonuç olarak sosyal yardımların bu denli yaygın yaşandığı koşullarda Türkiye’nin 7. sırada yer alabilmesi düşündürücüdür. Yine beslenme ve sağlığın çok önemli bir boyutu olan şehir suyunun pek çok kentte hala içilemediği ülkemizde “temiz içme suyuna erişim ve hijyen”de Türkiye birden bire 93. sıraya geriliyor ve riskli ülkeler arasına giriyor. “Barınma” da yine sırası 101’ci sıraya düşüyor, yine riskli ülke konumuna düşüyor. “Birey güvenliği”nde sıramız yeniden 62’ye yükseliyor.

İkinci sütunda “iyi olma hâli” boyutunun fotoğrafı çekilmiş ve burada dört ayrı katmana bakılıyor: “temel eğitime erişim”, “enformasyon erişim ve iletişim”, “sağlık ve iyilik” ile son olarak “çevre kalitesi”. Bu boyutta Türkiye 170 ülke arasında 68. sırada ve riskli ülkeler arasında yer alıyor. “Sağlık ve iyilik hali” nde 51. sıraya yükselirken diğer üç kategoride riskli ülke durumundayız. Yanısıra “temel eğitime erişimde” 92., “enformasyon ve iletişimde 68., ve “çevre kalitesi” bağlamında Türkiye 104. sıra yer alıyor.

Sosyal gelişme endeksi (2024)’e göre Türkiye açısından üçüncü sütunda sorunlar katlanarak artıyor. Çünkü Türkiye’de özgürlüklerden, demokrasiden uzaklaşma ile karşı karşıyayız. Bu sütunda da dört katmana bakılıyor: “haklar ve ifade özgürlüğü (132/170), “bireysel özgürlük ve tercih hakkı”, (110/170), “toplumsal içerilme” (133/170) ve “İleri düzey eğitime erişim” (42/170). “İleri düzey eğitime erişim” dışında diğer katmanlarda Türkiye riskli ülkeler arasında yer alıyor. Eğitim konusuna gelince Türkiye’nin eğitimde nicelleşmeye, niteliği değil sayıyı artırmaya odaklanması nedeniyle sıralamada yeri değişiyor ve üst sıralara çıkıyor Türkiye.

“İmkanlar ve Haklar” ana boyutunun ilk katmanı olan “haklar ve ifade özgürlüğü”nde 100 üzerinden 46.57 ile ancak geçer not alabiliyor ve 133. sıraya yerleşerek riskli bir ülke olarak görülüyor. “Eşit Koruma” endeksinde 123. sırada, “eşitlik endeksi”nde 142. sırada, “barışçıl toplanma özgürlüğü”nde dip yapıyor ve 152. sıraya düşüyor. Son olarak “politik haklar” endeksinde 105. sırada yer alabiliyor. Bu veriler bugünü ve geleceği hakkında düşünmeyen, dolayısıyla hissetmeyen ve konuşmayan ülke konumunu yaşadığımızı gösteriyor. Özgürlük yoksunluğu; cesareti, yaratıcılığı, ortak mefhumlar üretmeyi engelliyor.

“İmkanlar ve haklar” boyutunun ikinci alt boyutu, “bireysel özgürlük ve tercih hakkı”dır. Türkiye 55.63 puan ile 170 ülke arasında 110.sırada bulunuyor ve yüksek risk içeren kırmızı ülkeler arasında yer alıyor. Bu boyutta beş alt boyut var ve erken evlilik dışında diğer katmanlarda Türkiye yüksek riskli ülkeler arasında yer almaktadır.

Alt boyutlar arasında “yaşam boyu tercih özgürlüğü” konusunda Türkiye 170 ülke arasında 28.38 puan ile 146. sıradadır. Bu alt boyutta en altlarda yer alması, Türkiye’nin yurttaşlarının genellikle erken yaşlarda yaptığı tercihleri yaşamları boyunca değiştiremediklerini göstermektedir. Üçüncü alt katman olan “yoksulluk yüzdesi”nde Türkiye’nin puanı 36.00 ve 91. sırada, “gebeliği önleme talebinin karşılanmasında 60.99 puanla 105’inci sırada, “Güvencesiz istihdam”da 73.63 puanla 71. sırada, Eğitimde ve istihdamda olmayan genç nüfus” alt katmanında 55.06 puanla 110. sıradadır. Eğitimde ve istihdamda olmayan genç nüfus kategorisi diğer alt boyutlarla birlikte değerlendirildiğinde, gençlerin “çalış ya da okula devam et” biçiminde, iki seçeneğe sıkıştırılmış yaşamın bile içinde yer alamadığını ortaya koymaktadır. “Yaşamboyu tercih özgürlüğü”nün de çok kısıtlı yaşanmasıyla birlikte gençlerin geleceksizlik, seçeneksizlik ve umutsuzlukla tanımlanabilecek bir siyasal ve toplumsal iklim içinde yaşadıkları öngörülebilir.

“Toplumsal İçerilme” katmanında Türkiye’nin sıralaması 40.63 puan ile 133. sırada düşmektedir. Toplumsal içerilme bağlamında altında sıralanan alt boyutlarda Türkiye’nin durumu vahimdir. “LGBTİ+ hakları” (13.00 puan) 100. Sıra, “Sosyal yardıma bağımlılık”ta (72 puan) ile 90 sırada, “azınlıklara karşı ayrımcılık ve şiddet”te (5.56 puan) 165. sırada ve son olarak “eşit erişim endeksi”nde (59.10 puan) 97. sıradadır.

“ileri Düzey Eğitime Erişim” İmkanlar ve Haklar sütununun son maddesidir. Türkiye’nin bu alt boyuttaki sıralaması diğerleri ile çelişkili biçimde iyileşiyor gözükmektedir. Örneğin “akademik özgürlük” alt boyutunda Türkiye’nin puanı 8.40’a gerilemiştir ve dünya ülkeleri sıralamasında 157. Sıraya düşüyor Türkiye. Türkiye’de akademik özgürlüğün büyük bir risk altında olduğunu gösteriyor bu veriler. Üniversitelerden binlerce akademisyenin 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ihraç edilmesi, darbe girişimi öncesinde sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiriyi imzalayan ve barış talep eden yüzlerce akademisyenin darbeyi fırsat bilerek üniversiteden ihraç edilmesi ve ihraç edilen tüm akademisyenlerin ihraç tarihinden bu yana 8 yıl geçmiş olmasına karşın yargı yoluyla adalete ulaşamamaları bu verilerin içinde saklı olaylardır. Üniversite tasfiyeleri, özgür ve özerk üniversite anlayışını, akademik özgürlüğü adeta tırpanlamıştır. Türkiye özgürlükle kalkınmamaktadır.

“İleri Düzey eğitime Erişim” alt boyutu altında yer alan göstergelerde ise Türkiye’nin durumu şudur: Uluslararası atıf alan yayınlar 33.44 puanla 52. sıra, “Üçüncü düzey eğitime erişimde beklenen yıllar”da 100 puanla 1. sıra, üniversitelerin niteliği 72.94 puanla 43. sıra, yüksek öğrenim görmüş kadınların sayısında 46,28 puanla 65. sırada yer alıyor. Bir yanda akademik özgürlüğün ortadan kaldırıldığı ülkemizde, bir yandan iktidar, yani her kentte bir üniversite açarak ancak istihdam yaratmayarak yükseköğretimde ve eğitimde yaygın nicelleştirme yolunu tercih etmiş, bu verilerle Türkiye’nin uluslararası endekslerde daha kötü bir düzeye düşmesi engellenmiştir. Siyasal iktidarı eğitimde ve sağlıkta nicel erişimi artırma ve sosyal yardımlar bir nebze rahatlatmıştır. Üniversiteler var, ancak ortak sorunlarımız hakkında görmeyen, işitmeyen ve dilsiz bir üniversite gerçeği de var. Üniversite senatoları var ancak suskun, fakülte kurulları suskun, bileşenleri susturulmuş üniversite gerçeği var.

Sonuç yerine

Ne yaşıyor olursak olalım, şimdi, burada, gelecekte özgürlükle kalkınmak mümkün! Okulda, üniversitede, mahallede, sokakta, işyerinde her alanda sosyal ve ekonomik politikaların yönünü özgürlükle kalkınmaya, ekonomik ve sosyal gelişmeye çevirmek mümkün!

Bunun için yoğun düşünmek ve eylemek zorundayız. Düşünmeye başlarken de Nietzsche’den esinlenelim[7] ve birbirimizden vazgeçmeyelim. “İnsan denilen çalgı nasıl bir çalgı olursa olsun, nasıl akort edilirse edilsin, ondan dinlenebilir birşeyler çıkaramazsam hastayım demektir.” Birbirimizden dinlenebilir şeyler çıkarmak için özgürle kalkınmayı birlikte yaşama geçirelim. Arent’den bir söz ile virgül koyalım[8]. Politika özgürlük gerektirir, özgürlük ise eylem gerektirir.”


[1] Gilles Deleuze, Spinoza ve İfade, Norgunk Yayıncılık, 2021, s.268

[2] https://tele1.com.tr/mezuniyet-skandalinda-ailelere-tuzak-mi-kuruldu-tele1-belgeye-ulasti-1084555/#google_vignette

[3] Hanna Arendt, s.259

[4] Amartya Sen, Özgürlükle Kalkınma, (Çeviren: Yavuz Alogan), Ayrıntı Yayınları, 2004.

[5] Amartya Sen (2004) Özgürlükle Kalkınma (İngilizceden çeviren Yavuz Alogan), Ayrıntı Yayınları, s.15.

[6] Aynı, s.35.

[7] Friedrich Nietzsche, İnsan Nasıl Kendisi Olur? (Ecce Homo) Dünya Klasikleri, Ankara: ÖTEKİ Yayıncılık, 2010, s. 21.

[8]Hannah Arendt, İnsanlık Durumu Seçme Eserler, 1. İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s.260.

Kaynak: T24

Yorum Yaz