“Felsefe insan içindir” / Afşar Timuçin

Volkan Alıcı –10/08/2024

Afşar Timuçin, yeri doldurulmaz büyük bir boşluk bırakarak aramızdan ayrıldı. İnsana karşı sorumluluğunun bilincinde bitmek tükenmek bilmez çalışkanlığıyla Türkiye’nin en üretken aydınlarından biriydi. Birkaç kuşağa felsefeyi sevdirdi, estetikle tanıştırdı, makaleleri, çeviri ve yayıncılık çalışmalarıyla hepimize yeni ufuklar açtı; şiirleri, öyküleri, romanları ve denemeleriyle düşünce ve sanat dünyamızda kalıcı izler bıraktı.

“Şairin dediği gibi, ‘Yaşamım korkunç bir fırtına oldu’ ve ben altmış beş yıla yakın bir süre bir o yana bir bu yana savrulup durdum. Arabeske kaçmayalım. Ne yazgı ne de başka bir şey, bu benim seçimimdi,” diyordu yıllar önce bir yazısında. O, bu seçiminin sonuçlarını hiç yüksünmeden yaşadı çünkü insanlığın esenliği için verilen mücadelenin acılardan, zorluklardan, yoksunluklardan geçtiğini, felsefeden bilimden ve sanattan güç alan adanmış insanın bunu yük kabul etmeyeceğini biliyordu.

Seçimlerimizin biraz da bencillikle özgecilik arasında olduğunu söylerdi Afşar Timuçin: “Gerçek insan olmak her anlamda dünyada olmaktır. Kendimize çekildikçe insan olma koşullarının dışına çıkarız. Filozofların çoğu insanı bencil bir varlık olarak tanımladılar. Kaba koşullarda elbette öyledir. Ancak insan bencilliğini aştıkça insanlaşır. İnsan başkaları için olabilen, başkalarına adanmış olması gereken bir varlıktır. Başkalarına adanmak başkalarının kölesi olmak değildir. Gerçek insan başkalarına kendini adadığı ölçüde sevinçlidir.”[i]

Hayatı boyunca hiç ödün vermeden, kurulu düzenle uzlaşmadan (ve her şeye karşın bir dakika olsun umut etmekten vazgeçmeden) yaşadı. Sanat, düşünce ve siyaset dünyasında şöhret ve ikbal peşinde küçüldükçe küçülen insanlar kârlı köşeleri kapıp “erdemli insan” rollerini oynarken o doğru bildiği yoldan şaşmadı, –bir şiirinde söylediği gibi– kendini bir namlu gibi dosdoğru çizdi.[ii]

Dünyaya yerleşmiş yetkin bir bilinç örneğiydi, yaşamını da son nefesine dek bu tutarlılıkla sürdürdü.

Afşar Timuçin felsefenin, sanatın ve bilimin bir bütünden ibaret olduğunu düşünüyordu. “Sanatı dışta tuttuğunuz zaman felsefe yapamazsınız, bilimi dışta tuttuğunuz zaman sanat yapamazsınız. Bu üç alan birbirini doğrulayan, birbirine kan ve can veren alanlardır. Felsefenin yetersiz olduğu alan da salt felsefe bilgisiyle yetinme telaşıdır ki bu, felsefe yapmak açısından son derece yanlış ve tehlikelidir” diyordu. Felsefeden estetiğe, edebiyattan eleştiriye tüm yapıtları bu düşüncesinin somut örnekleriydi. Uzmanlaşmanın körelttiği bir teknisyen değil, bütünlüklü bir entelektüel örneğiydi.

Felsefeyi yaşamdan hiç ayırmadı. Latinlerin “Önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” mottosunun savunusuydu yazıları. “Yaşamı daha da yaşanır kılmanın ötesinde felsefe yapmanın bir anlamı yoktur” diyordu. “Korkaklıklarımızı yıkacaktır felsefe bizim, kendimiz olabilmenin koşullarını getirecektir, özgür olabilmenin koşullarını getirecektir, ben insanım ve benim seçimlerim önemlidir diyebilmemizi sağlayacaktır.”

Yaşamı kavramak, yalınlaştırmak için de felsefeyi yalın bir anlatıma götürmek gerektiğini savunur, felsefe diliyle kolay yoldan, basitçe anlatılamayacak hiçbir bilginin olmadığını söylerdi. Yapıtlarını da bu anlayışla berrak bir üslupla kaleme aldı.

Afşar Timuçin en çok dilden dile gezen şiirleriyle tanındı. Şiirin felsefeden daha zayıf, etkisiz ya da “gayriciddi” bir uğraş olarak görülmesine hep şiddetle itiraz etti: “Kimileri sanki daha yüce bir şeyler adına şiiri gözden çıkarmış görünürler. Özellikle felsefe adına. Bu tam anlamında aptallıktır. Şiiri tanımayan felsefe insanı nereden öğrenmiş olabilir, söyleyebilir misiniz? O durumda felsefe bir takım taşkafalı adamların kuruntusudur.”

Edebiyat uğraşında öyküleri ve romanları şiirleri kadar bilinmiyordu, hatta edebiyat tarihi çalışmalarında hep göz ardı edildi. Bununla birlikte şiirleri, öyküleri, romanları ve denemeleri 1990’lardan sonra sadece birkaç muhalif edebiyat dergisinde kendine yer buldu. Oysa yapıtları, şiirlerinin yanı sıra öyküleri ve romanları da gerçekçi edebiyatın önemli yapıtaşlarındandı.

Altını çizmek gerekir ki, Afşar Timuçin’in felsefe ve edebiyat anlayışı, dahası bu anlayışı eserlerine ve yaşamına yansıtma tutarlılığı ve kararlılığı, onu düşünce, kültür ve sanat dünyasında ayrıksı kılıyordu. Edebiyat oligarşisiyle uzlaşmaz çatışmasının ve irili ufaklı çıkar odaklı ilişki ağlarına girmemesinin, bunun sonucu olarak görmezden gelinmesinin nedeni de onun bu aydın tavrıydı. Küçük dünyaların küçük insanlarının övgülerine ihtiyacı yoktu zaten. Adanmış insandı, köşesine çekilip ömrünün sonuna kadar durup dinlenmeden üretti.

Afşar Timuçin’le tanışıklığımız daha öncesine dayanıyordu ama 2007-2008 yılları arasında, kadim dostum Mehmet Mutlu ile kurduğumuz internet dergisi (Mavi Defter) için ayda bir söyleşi yapmak üzere evine gide gele daha yakından tanıdım onu. O güne kadar yapıtlarıyla zaten bende derin izler bırakmıştı ama tanıyınca, inceliğine, mütevazılığına, sevecenliğine yakından tanık olunca sevgim ve saygım daha da arttı.

Felsefe nedir ve ne işe yarar, temel felsefe kavramları ve kısa felsefe tarihi konularında “Felsefeye Giriş” söyleşileri planlamıştık Afşar Hoca’yla. Fakat önce Hoca’nın hastalıkları, araya giren işleri, sonra da derginin yayın hayatını sonlandırmak zorunda kalmamızla planımızı tamamlayamadık, sadece yedi söyleşi yapabildik. Mavi Defter yayın hayatına son verdikten bir süre sonra içerikler de internet ortamından kayboldu.

Afşar Hoca’yı kaybedince, bu söyleşileri vesaire’de yeniden yayımlamaya karar verdik. Okuyacağınız söyleşi bunların ilki. Umarım bu söyleşiler felsefeye meraklı genç okurların –gerçekte kıymeti hiç bilinmemiş– bu değerli düşünür ve sanatçının dünyasına girmesine, onu tanımasına bir vesile olur.


Afşar Timuçin

Sohbetimize temelden yani felsefenin tanımından başlayalım isterseniz: Felsefe nedir?

Felsefe elbette ki düşünmektir. Genel olarak düşünmekten ayrı bir yanı olması gerekir, o zaman şöyle diyebiliriz: Felsefe evrensel çerçevede düşünmektir. Bir başka deyişle, bütün insanı düşünmektir. Felsefe yapmak, bütün insanla ilgili yargılar ortaya koyabilmektir. Bir Alman, İngiliz ve Fransız felsefesinden söz ediyoruz ama bu felsefelerin tümü insanı Alman, İngiliz ya da Fransız olarak değil, insan olarak ele alıyor. Bir İngiliz felsefesinin, Alman ya da Fransız felsefesinin özelliklerini saptayabiliriz ama baktığınız zaman tümünün, tüm filozofların insana yöneldiğini görüyoruz. “İnsan nedir?” sorusundan başlayarak insanın tüm özelliklerini hatta tüm gizlerini ortaya koymaya çalışan bir etkinliktir felsefe.

Günlük yaşamda “benim hayat felsefem…” ile başlayan cümlelere tanık oluyoruz. Felsefe bir anlamda insana ve yaşama dair genellemeler yapmaksa, herkes kendi koşulları içinde bilinçli ya da bilinçsiz felsefenin alanına giriyor diyebilir miyiz?

Diyebiliriz elbette. Felsefe yapmak yalnızca filozoflara özgü değil. Gündelik yaşamda felsefeyle hiç ilgisi olmayan insanlar da rahatça felsefe yapabiliyorlar. Trende giderken bir teyze, “Ben dünyada üç şeyden korkarım” dediği zaman felsefe yapmış oluyor ya da bir başkası, “Hırsızlık dünyanın en kötü işidir” dediği zaman felsefe yapmış oluyor. Burada aksayabilen şudur: Gerçek anlamda felsefe terimleriyle ve o terimlerin arkasında var olan kavramlarla konuşmadığımız zaman ileri geri sözler edebiliriz. Mesela felsefeden hiç haberim yoksa şöyle diyebilirim. “Ben dünyada üç şeyden korkarım: hırsızlıktan, ahlaksızlıktan ve dolandırıcılıktan.” Ama dolandırıcılık da hırsızlık da ahlaksızlık değil mi? Demek ki burada düzenli bir düşünce yok. Yani felsefe yapmak, yaşamın koşulları çerçevesinde dizgesel bir biçimde düşünmeyi gerektiriyor.

O zaman kavramların yerli yerinde kullanılması, o kavramların içleminin bilgiyle dolması gerek felsefe yapmak için?

Felsefe yapan insanın ilk kaygısı, zihnindeki kavram içeriklerinin doğru ve dolgun olması olmalıdır. Benim kafamdaki bir kavram, gerçekliği karşılamıyorsa, ben onu öyle sanıyorsam, benim düşünce dünyamda gerçeklikle bir uyuşmazlık var demektir. Yani benim zihnimde bir yabancılık var demektir. Zaten insanlar genellikle ileri geri konuşurken gerçeklikten kopuk düşünce üretimi yapmış oluyorlar. Mesela adam pankarta yazıyor, “Cumhuriyete ve demokrasiye bağlıyız” diyor. Şimdi acaba bunun içeriklerini bilerek mi söylüyor, bilmeyerek mi söylüyor…  Demokrasi cumhuriyetin neresinde duruyor, demokrasi mi cumhuriyetle bağdaşıyor, cumhuriyet mi demokrasiyle bağdaşıyor? Demokrasisiz bir cumhuriyet olur mu, demokrasisiz bir cumhuriyet olursa nasıl bir cumhuriyet olur? Bütün bu konuları tartışabildiğimiz, bu tartışmada da kavram içeriklerimiz sağlam olduğu zaman doğru felsefe yapma şansına sahibiz demektir.

Siz konuşmanızda “felsefe yapmaya” özel bir vurgu yapıyorsunuz. Felsefe öğrenmekle felsefe yapmak arasındaki ayrımı nasıl tanımlayabiliriz?

Felsefe öğrenmek bir birikim sağlamak zorunluluğunu ortaya koyar. Felsefe yapmak için felsefe bilmek gerekir. Felsefe bilmeden felsefe yapamayız. Bu, felsefe tarihinin ya da daha geniş çerçevede düşünce tarihinin içine yerleşmek demektir. Yani ben felsefe yapıyorsam, bugüne kadar felsefede ortaya konmuş görüşleri özümlemiş, onlarla hesaplaşmış biri olarak yapıyorum demektir. Yoksa çok zaman yapıldığı gibi felsefe bilmeden felsefe yapmak, kör bir kuyuya taş atmak gibidir. Pek çok kişinin de bunu rahatça yaptığını görüyoruz. Rahatça yaptığını da nerden anlıyoruz, kavram içeriklerinin bulanıklığından ya da doğrudan doğruya ortaya konan fikrin bulanıklığından anlıyoruz. Bakıyorsunuz bir felsefe profesörü on sayfa yazı yazıyor, iki satırını anlamıyorsunuz. Demek ki burada bilgi kargaşası söz konusudur. Demek ki çok sağlam bir felsefe bilgisinin üzerine yeni felsefi görüşler ortaya koyabilirsiniz. Yani daha kaba biçimde söylersek, ben Platon’u bilmiyorum, Kant’ı, Descartes’ı, Auguste Comte’u bilmiyorum ama felsefe yapabilirim demek, çocuğun bile yapmayacağı bir şeydir.

Felsefe yapmak için yalnızca felsefe öğrenmek, yani felsefe bilgisi yeterli mi?

Yeterli değil elbette. Zaten felsefe eğitiminin yetersizliği de burada kendini gösteriyor. Genellikle felsefe öğreten kurumlar yalnızca felsefe öğretiyorlar. Yalnızca felsefe dediğimiz şey, ayakları yere basmayan, yukarıda duran bir bilgi birikimi olabilir ancak. Hani hokkabazlar kadını yukarı kaldırır da şaşarız ya, nasıl kaldırıyor, hiçbir yere dayanmıyor diye… Böyle bir felsefe yapılabilir. Gerçi bizim hocalarımız da eskiden bir çeşit kesin bilgi verircesine bunu önerirlerdi, “Aman” derlerdi, “felsefeyi toplumbilimle, tarihle, başka alanlarla karıştırmayın.” Oysa insan yaşamına baktığımız zaman kültürün bir bütün oluşturduğunu görüyoruz. Yani felsefe, sanat ve bilim bir bütünden ibarettir. Sanatı dışta tuttuğunuz zaman felsefe yapamazsınız, bilimi dışta tuttuğunuz zaman sanat yapamazsınız. Bu üç alan birbirini doğrulayan, birbirine kan ve can veren alanlardır. Felsefenin yetersiz olduğu alan da salt felsefe bilgisiyle yetinme telaşıdır ki bu, felsefe yapmak açısından son derece yanlış ve tehlikelidir. Yani ben Baudeleire’i, Flaubert’i, Dostoyevski’yi bilmiyorsam nasıl felsefe yapabilirim…

Peki felsefe ne işe yarar, bize ne katar? Kaçınılmaz, zorunlu bir gereksinim midir?

Eğer insanı tanımak diye bir gereksinimimiz varsa bunu bize felsefe sağlıyor. Yaşamın ne olduğunu bilerek yaşamak var, bir de bilmeyerek yaşamak var. Yaşamın ne olduğunu bilmeden yaşamak demek, bir anlamda içgüdüleriyle yaşamak demek. İnsan için de göreneklerle yaşamak demek. Yani anamdan, babamdan, dedemden böyle gördüm, ben böyle yaşarım demek… Oysa yaşam tartışılması gereken bir şeydir, çünkü sürekli dönüşmekte olan bir güçtür. O zaman felsefenin bize sağladığı tek bir şey var, o da yaşamı öğrenmek. Daha doğrusu, yaşamı gerçekleştiren insanı öğrenmek. İnsanı bilmeden hiçbir üst düzey başarı elde etmemiz mümkün değil. Az önce söylediğimi biraz değiştirerek söyleyeyim: Felsefe bilmiyorsak roman yazamayız, felsefe bilmiyorsak müzik yapamayız, felsefe bilmiyorsak kimya yapamayız. Kaba bir biçimde yapılmaz mı bunlar, yapılır. İnsanı tanımadan keman da çalarsınız, ama o çaldığınız kemandan tat almaz kimse…

Bir yazınızda felsefenin insanın günlük yaşamına yararını Epikuros’un ünlü ilacı Tetrapharmakon ile açıklıyordunuz. Neydi bu ilaç: Tanrılardan korkmaya gerek yok, ölümden korkmaya gerek yok, mutluluğa ulaşılabilir, acıya katlanılabilir…

İnsanı tanıdığım zaman ben kendimi de tanımış oluyorum. Montaigne bunu çok iyi ortaya koydu, ben’imi araştırıyorum çünkü insanı tanımak istiyorum diye… Kendimi araştırarak insanı tanırım, insanı araştırarak kendimi tanırım. Dolayısıyla dünyada doğru dürüst bir yere yerleşebilmem için insanı tanımam gerekiyor. Zaten felsefe insan içindir. Felsefe, yalan yanlış birtakım unvanlar elde etmek için değilse, gösteriş yapmak için değilse, “Vay adama bak, ne biçim konuşuyor!” gibi sonuçlar almak için değilse doğrudan doğruya insanı tanımak içindir. Bir anlamda şöyle de diyebiliriz: Nasıl teknik, yaşamı kolaylaştırıyorsa, felsefe de bir başka anlamda yaşamı kolaylaştırıyor. Ölüm karşısındaki dinginliğimiz, acılar karşısındaki tutarlı davranışımız, gelecekten korkmayışımız, yaşarken insanlarla al takke ver külah birbirimize girmeyişimiz… Hepsi bize felsefenin sağladığı verimlerdir.

“Felsefe yaşamın dışında bir etkinlik değildir” diyorsak, bu bizi “Felsefi bilgiyi edinmek bilincin kendi kendine ürettiği tasarımlarla değil, gerçekliğin bilgisiyle olacaktır” sonucuna götürür o zaman, öyle değil mi?

Tabii. Benim zihnimdeki kavramlar gerçekliğin yansılarıdır. Demokrasi diyorsam, hukuk ya da tıp diyorsam bir gerçekliği karşılıyor. Yeter ki kafamdaki kavramlar bunları doğru karşılıyor olsun. Çünkü bu kavramlar gerçeklikle uyuşmadığı zaman havada kalır. Böyle olunca da onlarla üreteceğim fikirler yanlış olacaktır. Çünkü ben kavramları fikir üretmek için kullanıyorum. Ama zaten kavramlarım doğru içeriklerle oluşmamışsa, ortaya koyacağım fikirler de yanlış olacaktır. Fakat bir anlamda düşünmek, gerçekliği yaratmaktır da. Öyle olduğu için insan gelişen bir varlıktır. Yani var olan’dan olması gerekeni çıkarıyoruz. Yoksa insanlık gelişmezdi, uçaklar uçmazdı, demir yığınları denizin üzerinde yüzmezdi. O halde şunu diyebiliriz: İnsan, olan’ı algılayan bir varlık olmanın ötesinde, olasıyı kuran, yaratan bir varlık. Bu, geleceği yaratmak demektir.

Sizin felsefeye yaklaşımınızın temelini felsefenin yaşamla kurduğu ilişki oluşturuyor diyebiliriz, değil mi? Yani Latinlerin dediği gibi, “önce yaşamak sonra felsefe yapmak” diyorsunuz?

Tabii ki… Hiçbir zaman yaşamdan kopmuş bir felsefe etkinliğinin bize yararlı olacağını düşünemeyiz. Bütün eski filozoflara bakalım, özellikle Stoa filozoflarına, bunların hepsi felsefeyi yaşam için yapmışlardır. Epiktetos der ya, Önce kendini felsefede yetiştir, sonra göster insanlara felsefenin yarattığı adamı… İnsanda dünyayı değiştirme gücü görür Stoa filozofu. Öyle değil midir zaten… Biz yalnızca kendimizi ahlaklı, mutlu, esenlikli kılmak için felsefe yapmıyoruz. Bir de dünyaya doğru fikirler ulaştırmak için felsefe yapıyoruz. Dünyayı dönüştürmek gibi bir görevimiz de var.

Felsefenin öyle bir gücünün olduğuna inanıyor musunuz?

Yüzde yüz inanıyorum. Çünkü bize olasıyı, neyin olabileceğini gösteriyor. Edebiyatın da böyle bir gücü var. Ben Dostoyevski’yi okuduğum zaman insanın geleceğiyle ilgili işaretler alıyorum. Zaten hiçbir felsefe, bilim ve sanat yoktur ki (tabii bunlar gerçek anlamda felsefe, bilim ve sanatsa) bize geleceği göstermesin ya da bize geleceği açmasın…

Son soru sizin felsefeyle ilişkiniz üzerine olsun… Felsefe size ne kattı, yaşamınızda nasıl bir yer kapladı?

Ben edebiyata meraklıydım. Edebiyata tutarlı yönelmem için bana çok yardımcı oldu. Fransız Dili ve Edebiyatı bölümüne gittim. Orda yapılan dersler bana çok eksikli göründü. Kendimde bir eksiklik hissettim. Tamam, edebiyatı çok seviyorum, elimden geldiğince de edebiyat yapıyorum ama burada bir sakatlık var. O zaman fark ettim ki ben felsefe bilmiyorum. Yani ben insanı tanımıyorum, insanı tanımadan da edebiyat yapmaya çalışıyorum. İnsanı tanıdıktan sonra yaşamı da tanıdım. Yaşamı tanıdıktan sonra hem edebiyatta daha bir kolaylığım oldu hem de yaşamın kendisinde daha bir kolaylığım oldu. Annemin çekinikliklerini daha doğru anladım, babamın kaygılarını daha güzel anladım, bana düşmanlık edenlerin neden düşmanlık ettiğini çok daha sağlam kavradım, devletle ilişkimizin bozuk oluşunun nedenlerini daha doğru kavradım. Yani pek çok şeyi ben felsefe yaparak daha iyi kavradım. Zaten felsefenin böyle bir katkısı olmayacaksa neye yarar ki felsefe yapmak. Hiçbir şeye yaramaz. Yaşamı daha da yaşanır kılmanın ötesinde felsefe yapmanın bir anlamı yoktur diye düşünüyorum. Korkaklıklarımızı yıkacaktır felsefe bizim, kendimiz olabilmenin koşullarını getirecektir, özgür olabilmenin koşullarını getirecektir, ben insanım ve benim seçimlerim önemlidir diyebilmemizi sağlayacaktır. Bunları sağladığı için de, eğer ben bunları elde edebildimse, ne mutlu bana…


[i] Afşar Timuçin, Ahlaksızlık Üzerine Kendimle Konuşmalar, Bulut Yayınları, İstanbul, 2006.
[ii] “Bir ağaç altında göğü seyrediyorum / İçimde ne ölüm ne yaşam korkusu var / Korku bütün yasak bana yasak bana bitmişlik / Bütün yol kavşaklarında dönemeçlerde / Kendimi bir namlu gibi dosdoğru çiziyorum.” Afşar Timuçin, Savaşçı Türküleri, İnsancıl Yayınları, İstanbul, 1998.

Kaynak: https://vesaire.org/

Yorum Yaz